Bölüm -I-





DUMANIN OĞLU - I

KARANLIĞIN DÖNÜŞÜ



Zamanın başlangıcından, mekanın yaradılışından beri, hayatın kati bir kuralı olarak;
var olmak ve yok olmak bir bütündür. Var olmak nasıl yaşamın doğal bir sonucu ise yok
olmak bu sonucun kaçınılmaz nihayeti ve doğanın en basit kanunlarından biridir. Fakat
insanoğlu için var olmak sevindirici ve mutluluk verici, yok olmak her mekanda acı verici ve
dayanılmaz olmuştur.

Asırlar boyunca İnsanlar, Devler ve Yılangözlüler kendi aralarında toprak ve değerli
madenler yüzünden savaştılar. Bilgeler bu savaşların hiçbir zaman bir nihayeti olmayacağı
düşünmeye başladıklarında, insanların büyük hükümdarı Gökyüzü’nün tek kızı olan Ay, Kara
Efendilerden kara büyüyü öğrendi ve muazzam büyüklükte, karanlık bir ordu topladı. Artık
insanlar başta olmak üzere, tüm halkalar karanlığa teslim olmaya başladı. Ay’ın yaymaya
başladığı bu karanlık Babası ve kardeşlerinin ölümüyle başladı. Kara ordu ilerlemesini
sürdürdüğü sürece can almaya, yağmalamaya ve acı çektirmeye devam etti. Ay’ın hayatta
kalan son kardeşi Duman ve Bilgeler bilgesi Krom içlerinde aydınlık olan türlerden bir ordu
kurdu. Artık karanlık ve aydınlık için hüküm günü gelmişti. İki ordu Soğuk çölle, Ateş dağları
arasındaki sonradan adı Ölüm vadisi olarak anılacak olan Ejderha vadisinde karşı karşıya
geldiler. Çetin ve zorlu savaşın ardından, Muğber karanlık ordu yenildi. Ay ve geri kalanlar
soğuk çöle yani Mos’ un en kuzeyine çekildiler.

Bu savaşın ardından barış ve dostluk galip geldi. Türler kendi aralarında bir daha
savaşmadılar. Kuzey deki kötülüğe engel olmak için Taştan duvarlar ördüler. Umut edilen
Ay’ın kötü güçlerinin soğuk çölden bir daha geri dönemeyeceğiydi…


Bölüm 1

ŞAFAK

Bolluk şehrinin en doğusundaki Çekiç kalesinin üzerine güneş yeni doğuyordu.
Horozlar sanki güneşin doğmasına kızar gibi sertçe öterken, kalenin tam ortasındaki,
yapraklarını kızartmış olan ağacın üzerine konmuş bir kaç küçük kuş horozlara inat neşeli
şarkılarını söylüyorlardı. Kalenin kapısının arkasında hazırlıklarını tamamlamış olan üç asker
parlak zırhları ile atlarının üzerinde, şafak devriyesi görevine başlamak için gece
devriyesinden dönecek olan askerleri bekliyorlardı. Dev kale kapısının tam yanına inşa
edilmiş olan gözetleme kulesindeki gözcü mavi üzerine beyaz daire desenli bayrağı salladı,
ardından “Kapıyı açın!” emri tüm sesleri bastırdı. Kapı ağırca ve gıcırdayarak açıldı. Gece
devriyesinden dönen üç askerin lideri elindeki beyaz şahin tüyünü şafak devriyesi liderine
verdi. Şafak devriyesi lideri beyaz şahin tüyünü miğferinin arkasına sıkıştırdı. Beyaz şahin bu
topraklarda her zaman özgürlüğü simgelemişti. İnsanların topraklarını kuşatan kalelerin her
birinde bu tören her gün yapılır ve devriyedeki amacın özgürlüğü korumak olduğu askerlere
ve onları izleyen kale halkına hatırlatılırdı.

Onbaşı Demir ve iki adamı kaleden çıktıktan sonra izlenmesi gereken devriye yollunu
izlemeye başladılar. Önce Bolluk şehrinin doğusundaki birkaç küçük köye uğrayacak oradan,
yağmurdan arta kalan toprak kokusu eşliğinde Bolluk şehrinin kuzeyine Ölüm vadisi ile
şehrin kapılarını ayıran Zümrüt ormanında bir tur atıp, kaleye geldikleri yolu izleyerek geri
döneceklerdi.

Demirin iki askerinden biri insan, diğeri ise yılangözlülerdendi. Savaş; pek uzun boylu
yada güçlü kasları olan bir insan değildi, ancak hızı ve cesareti zor anlarda devriyedeki
askerlerin hayatlarını kurtarmıştı. Savaş; buğday tenliydi ve iri kahverengi gözlere sahipti.

Tasara her yılangözlü gibi ince bir fiziğe, düşük omuzlara, yaklaşık iki metre
uzunluğunda boya sahipti. Tasara’nın gözleri kahverengi göz çevresi üzerinde, yılanların
gözleri gibi dümdüz, hafif bombeli göz bebeklerinden ibaretti. Yüzü ince yapılıydı,
çenesinden kafa tasına doğru giderek büyüyen ters durmuş bir üçgeni hatırlatıyordu. Elleri ve
ayakları bir insanın elleri ve ayaklarına göre çok daha ince ve uzundu. Yılangözlülerin kara
ırkından olduğu için derisi pütürlü ve koyu kahverenginden biraz daha açık bir renge sahipti.

Demir kumraldı. Uzun saçlarının rengi güneş gördüğünde sarıyı hatırlatır, sonbahar
ve kış mevsimlerinde kestaneye yakın bir renk alırdı. İri güçlü bir vücuda geniş omuzlara
sahipti. Gözleri yeşildi. Duruşu ve bakışları insan türünün kadınlarını çok fazla etkilese de o
içindeki kaybetme korkusu yüzünden, hiçbir zaman evlenmeyi düşünmüyordu. Ailesinin kara
adamlar tarafından öldürülmesini henüz on iki yaşında bir çocukken izlemişti. Beklide asker
olmasının en önemli nedeni buydu.

Köylerdeki devriye görevini bitirmelerinin ardından Zümrüt ormanına giden yola
girdiler. Onlar ormana yaklaştıkça yoldaki ağaçların sayısı artıyor ve etrafları daha fazla gölge
ile kaplanıyordu. Savaş bildik neşeli tarzı, kalına yakın ses tonu ile:

- Tasara sence bu gün yine macerasız mı kaleye döneceğiz ?
Tasara:
- Tısssss…. Dili çatalsıssss dossstum macera mı ? Bu haline şükretmelisssiiiin.
Savaş:
- Ah ! Yılangözlüler ne ağızlarının tadını bilirler nede maceradan anlarlar.
Tasara:
- Ağzımızın tadı mı ? Haklısssın dossstum, uzun zamandır insssaaan etiiii yemedik!
Tıssss…

Tasara bu kez gerçekten sinirlenmişe benziyordu. Savaş ne zaman konuyu Tasara’ nın
türü ile ilgili bir konuya getirse Tasara birden sertleşiyordu.

Demir:
- Sakin ol Tasara! Savaşın amacı türünü eleştirmek değil, şaka yapmak.
Tasara:
- Öyleeyyysssee! Dikkatli olmassssııı lazım hımmmmm…
Demir:
- Konu kapandı Askerler!

Tasara ve onun türündekiler çok asabi varlıklardı. Savaş dışında herkes onlarla
konuşmaktan kaçardı.

Onbaşı Demirin tartışmaya yaptığı müdahalenin ardından kimse tek kelime etmedi.

Artık Zümrüt ormanına varmışlardı. Zümrüt kadar yeşil ve cennet kadar huzur verici
gözüküyordu. Girdikleri patikanın etrafı dev ağaçlarla çevriliydi. Sanki biraz daha ilerleseler
ağaçların kalabalığı yüzünden bir daha geldikleri yolu bulamayacaklardı. Ancak onlar bu
ormanı ve çevreyi avuçlarının içi gibi bilirlerdi. Yaklaşık yüz at boyu sonra ormanın
ortasındaki şelaleye varacaklardı. Ağaçlar güneşi iyice kapatmış, etraftaki hayvanların
seslerini duymaya başlamışlardı. Birkaç zararsız kuş cıvıltısı, kalabalık bir sincap ailesinin
yemişlerin kabuklarını kırarken çıkardıkları ses. Her canlı burada huzur bulacakmış gibi bir
hava vardı. Yinede orman tehlikelerle doluydu. Eşkıyalık yapan yılangözlüler bu ağaç
örtüsünü gizlenmek için kullanıyorlardı. Zaten sürekli hale gelen devriye görevi bu yüzden
devam ediyordu.

Yaklaşık beş güneş aşamasından beri at sırtındaydılar. Güneş gökyüzünün en tepesine
yerleşmişti. Demir elini havaya kaldırdı ve dedi ki :

- Atlardan inin! Dinlenin!

Üçü de atlarından indi ve mataralarını alıp su içmeye başladılar.

Tasara Savaşa dönerek dedi ki:

- Hıımmmm matarandan su kokussssuuu gelimyorrr. Tısssssss…. Bu şaraba benziyor…
Hımmmmmmm

Yılangözlülerin duyuları insanlar ve devlerden en az on kat daha güçlüydü. Kokuları çok
uzak mesafelerden alabilir, geceleri her şeyi net görebilir ve sesleri çok düşük olsalar bile
tanımlayabilirleriydi.

Demir Savaşın şaraba olan tutkusunu biliyordu bu yüzden Tasara ile Demirin gözleri bir
an çakıştı. Ama Demir bu duruma sessiz kalamazdı. En önemli askeri kurallardan biri de
görevdeki askerin içki içmemesi şartıydı.

Demir:
- Doğrumu? Matarandaki su yerine şarap mı ?

Savaş:

- Bu kimi ilgilendirir? Şarap benim ! Suda benim! Bu çatal dilli şarabımı almak istiyor!

Savaşın eli yavaşça kılıcına uzandı. Kılıcını sıkıca kavradı ve tam kınından çekmek üzere
iken Tasara tekrar konuştu:

- Bizzziii isstiyorrrrr, karanlık bizzziii içine almak isssstiyorrrr. Neden – Tısssss Tıssss-
bahssstiğimi hissdiyorsunnn Onbaşı…. Şelalenin ardında karrrranlıkkk varr.

Savaş’ın eli kılıcını henüz kınından çıkarmamıştı, ama eli hala kılıcındaydı ve eli tüm
vücuduyla birlikte titriyordu. Kafasının içinde dayanılmaz, çığlıklar duyuyordu. Kafasındaki
ses “Onlar Düşman! Öldür Onları! Her şeyini almak istiyorlar! Kadınını almak istiyorlar!
Bize katıl! Cennetimize gir! ” diyerek beynini tırmalıyordu. Aklını kaçırmak üzere olduğu
anda, ormanın ve etrafındaki herkesin kendisine düşman olmaya başladığını düşündüğünde,
Demirin göğüs zırhındaki Beyaz Şahine gözleri kilitlendi. Gözlerini özgürlüğün ve onurun
sembolü Beyaz Şahinden alamıyordu. Kılıcını çekti ve dizlerinin üzerine çöktü. Kurt başlı
kılıcını çamurlu toprağa sertçe sapladı. Aklını kontrol altına almaya çalışırken Mos
imparatorluğunun şerefli askerlerinin dört yeminini tekrar etmeye başladı.

- Bir “ Bizler güneşin ve efendilerin hizmetkarıyız, Kılıçlarımız ancak adalet için
kınından çıkar”! İki “Sadece adalet ve doğruluk için savaşır, çaresizleri korumak için
kan akıtırız” ! Üç “ Bağlılığımız halkamıza, şehit atalarımızın ruhlarına ve Hakanımız
Dumanadır” ! Dört “Bizler aldığımız canlar kadar değil, kurtardığımız hayatlar kadar
Onurlu olacağız.”

Savaş Kılıcından destek alarak ayağa kalktı. Kılıcını tekrar kınına koydu. Önce dostlarına
baktı ardından başını gökyüzüne çevirdi. Kalp atışları o kadar hızlanmış, kan basıncı o kadar
yükselmiş tiki, acısı dayanılmazdı ve artıyordu. Artık şuurunu kaybetmeye başladı. Birden
kökleri çürümüş ağaç gibi yere düştü.

Demir ve Tasara olanları anlamıştı. Karanlık geri dönüyordu ve Savaşı almak istedi.
Lakin Savaş buna direnmişti. Dostları - aralarında ufak tefek sürtüşülmeler olsa da – Savaş’ a
her zaman güvenmişlerdi.

Tasara :
- Onbaşıııı sssssen Savaşı al ve kaleye dönnnnn. Bennnn orrraya gidecccceğim.
Ssssssize zaman kazandıracağımmm.
Demir
- Kaç kişiler tasara ayak seslerini duyuyor musun?
Tasara
- Tısssssss… Yaklaşık otuzzzz farklı ayak sssssessssi var, adımları uzzzzun ve hızzzzlı.
Demir
- Onlar senin türünden mi_?
Tasara
- Vakitttt kalmmmadıııı Onbaşııııı… Gidinnnn! Tıssss... .


Demir sorusunu tekrarlamak istese de pek faydası olmayacağını biliyordu. Kafasında
Tasara’ nın söyledikleri tekrar fısıldadı “adımları uzzzzun ve hızzzzlı” Muhtemelen
Yılangözlüler karanlığa teslim olmaya başlamıştı. Tasara olanları gözleriyle görmeden
inanmak istemiyordu.

Tasara Demirin omzunu sertçe kavrayarak tekarar konuştu:

- Onbaşııııı… Vakitttt kalmmmadıııı gidinnnn!

Tasara kahverengi renkli, sarı yeleli atına bindi, O an bir Hakan kadar şerefli ve
korkusuz gözüküyordu. Kılıcını çekti. Ormanın ortasından nehir gibi akan patikayı izleyerek,
şelaleye doğru At sürmeye başladı. Zemindeki çamur atın koşması yüzünden her yere
sıçrıyordu. Oraya vardığında onu neyin beklediğini sadece o biliyordu. Bunu bilerek ölüme
doğru at sürmeye başlamıştı.

Demir Tasara’ ya baktığında Tasara’ nın insan olmadığı halde ne kadar onurlu bir Mos
savaşçısı olduğunu düşündü.

Demir yarı ölü haldeki Savaşı yerden kaldırıp atının arkasına yatırdı. Kaleye dönmek
için atını mahmuzladı. Bu kez gerçekten dostunu bırakması gerekiyordu. Bu kez düşman üç-
beş kişiden oluşan eşkıya yılangözlüler yada birkaç kişilik yağmacı insanlar değildi.

Kalması durumunda hiçbir şansları olmayacak ve kimse kaleye haber veremeyecekti.
Düşman güçlüydü ve güçlenmeye devam edecekti. Yapması gereken en kısa, en kestirme
yoldan kaleye dönmek ve onları uyarmaktı. Karanlık kaleye varmadan O kaleye varmalıydı
 
Umut her zaman vardı, hep var olacak...
 
 
Bugün 1 ziyaretçi (3 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol