-I-
POSTA GÜVERCİNİ
Zaman artık kimsenin bilgisinde değildi. Aslında kimse bu durumu umursamıyordu. En az yüz yıl boyunca süren savaş tüm ada halkını yıpratmıştı. Zaman kara bir çarşaf gibi üzerlerine serilmişti. Kayıp oğullar, kayıp kocalar, hepsi topraklarını korumak için hayatlarını vermişti. Bedel ödememiş kimse bu adada yaşamıyordu. Bilgelerin adası, zümrüdün ve altının kaynağı, verimli toprakların sahibi, huzur adası. Yüzyıl evvel krallığını yeni ilan etmiş, açgözlü Mercan imparatorluğuna güç katmak için bu adaya ilk seferini düzenledi. Dünyanın geri kalanına egemen olabilmesi için büyülü adadaki madene ve zenginliğe ihtiyaç duyuyordu. Fakat ada halkı sandığından daha karalı ve mukavemetliydi. Yüz yıl boyunca küçük bir ada koca bir imparatorluğa karşı direndi. Babalarının vasiyetine yerine getiren Mercan’ın oğulları Kutay ve Kural adaya her gün daha güçlüce saldırdı. Ada bilginleri artık güçsüzlüklerini kabullenmeye başlamışken sarışın bir savaşçı tüm adanın kaderini değiştirmişti. Ada Atalarca yönetilirdi. Krallık değildi, bilgin olduğuna inanılan yaşlılar ada yönetiminde söz sahibiydi…
Güneş gittiği son seferden yeni dönüyordu. Adanın sağlam olan iki iskelesinden kuzey’e bakanına, yüz elli adamını taşıyan üç gemisiyle yanaşmıştı. Halk onu sevinç gösterileri ve coşkuyla karşılamıştı. O iyi bir denizci ve bilge bir kişilikti. Henüz otuz yaşındaydı ama tüm halkına umut vermiş, askeri konularda sözü yaşlılar kurultayı tarafından bile dinlenen tek kişi olmuştu. O halkına barışı ve huzuru geri getiren kişi olmuştu.
Güneş ve adamları gemilerinden ayrıldıktan sonra, Güneş ataların kalesine yani adanın kalbine doğru en sadık ve güvenilir adamı Deniz ile yürümeye başladı. Artık zırhlarını çıkarmışlar yerine beyaz renkli katılımcı kıyafetlerini giymişlerdi. Kurultay Güneş‘ten düşmanın son durumu hakkında bilgi istemek için son hazırlıklarını tamamlamıştı.
Güneş kaleden içeri girmeden önce Deniz’ e döndü, Güneş’ in mavi gözleriyle Deniz’ in kahverengi gözleri bir an çakıştı. Güneş’e göre daha kısa boylu olan Deniz “Evet sevgili dostum zaman rapor zamanı” dedi ve gülümsedi. Güneş aynı şekilde gülümsedi ve “ İşte işin en zor kısmı. ” dedi. Güneş içeriye yalnız girmek zorundaydı. Dostuyla el sıkıştıktan sonra kaleden içeri girdi. Burası ada politikalarını on bilge tarafından belirlendiği yerdi. Kalenin taşlarından kaynaklanan serinlik Güneşin yanık tenini ürpertmişti. Saçlarını ve saklarını elleriyle biraz düzeltilikten sonra içinde olduğu koridoru bitirdi ve dev kubbenin altındaki selam bölümüne ilerledi. On bilge kurultayı, selam bölümünü yarısına kadar çevreleyen kotlularında yerlerini almışlardı. Güneş selam bölümünün merkezine geldi ve diz çöktü. Yaşlıları selamladı ve ayağa kalarak ellerini göbeğinin hizasında kenetledi. Bilgeler bilgesi Su ona ilk sorusunu sordu “Oğul! Kutay’ın donanmasının durumu nedir?” bu soruya zaten hazırlıklı olan Güneş’in cevabı gecikmedi “Yüce Su! On iki gemisinden yalnızca beş gemisi yol alabilecek durumda, bizimse altı gemimizden yalnız üç gemimiz kaldı, onları daha ne kadar ada ve çevresinden uzak tutabilirim bilmiyorum. Gemi ve silah yapımı için sizden izin istiyorum.” “İstediğin kadar adam ve istediğin kadar metal senindir, gemi inşa et ve düşmanı uzaklaştır.” dedi bilge Su. Fakat bu konuşmaya tahammül edemeyecek kadar gergin biri vardı. Bilge Yaprak müdahalesinde gecikmedi. “Görmüyor musunuz? Düşmanı yüz yıldır yenemedik ancak uzaklaştırdık bu bir çözüm değil, onlarla anlaşmalıyız, şartları konuşmalıyız!” Ancak hayatını bu yola koyan bir asker için düşmanla anlaşmak düşünülemezdi bile. Güneş kendine hakim olamadı “Anlaşmak mı? Bu kadar şehit politikacıların topraklarımızı satmaları içi…” tam bu sırada Su tekrar konuştu. “Ancak bu kurultay sana söz hakkı verirse konuşabilirsin genç komutan” dedi. Güneş söylemek istediklerini yutarmış gibi yutkundu. Birkaç saniye içinde konseyde on bilge kendi aralarında anlaşmayı tartışmaya başladı. Güneş ise hırsından yumruklarını sıkıyordu. Uğultular artıyor ve güneşin zafer hayalleri her saniye daha çok dibe vuruyordu. Güneşin gözleri yıkık kubbeden içeri giren beyaz güvercine takıldı. Gördüğü güvercinlere hiç benzemiyordu, kanatlarında sarı çizgiler olan beyaz güvercin çok geçmeden, Güneş’in olduğu selam bölümüne kondu. Tartışmalar hala karara bağlanmamıştı ki, güvercin hiç korkmadan güneşin omzuna kondu. Güneş kuşun mesaj taşıdığını anlamıştı. Güvercini biraz sevdikten sonra eline aldı ve ayağına bağlı olan kâğıt parçasını açtı. Şöyle yazıyordu “Sayın komutan ben ada halkının unutulmuş son prensesiyim, inanıyorum ki bu sizi şaşırtacaktır. Tehlikedesiniz! Halkınızı korumak için beni bulmalısınız, artık tartışmalarla kaybedecek vaktiniz yok. Bir gemi ile batıya rüzgâr yönüne açılın zamanı geldiğinde bana ulaşacaksınız.” Bu arada tartışmalar kesilmiş ve düşmanla pazarlık kararı alınmıştı bile. Bilgeler Güneş’e çıkması için izin verdiler. “Lanet olsun!” dedi Güneş ve mektupta yazanların artık tek umudu olduğunu bildiği için yola çıkma kararı aldı. Tuzak olma ihtimali daha yüksek olsa bile artık tek umudu prensesi bulmak olmuştu.
O’ nu dışarıda bekleyen dostuna durumu anlattık tan sonra bir gün içerisinde sadık elli adamla yola koyulma kararı aldı.
-II-
ELLİ İKİ ADAM
Güneş tüm olanları aklında bir kez daha değerlendiriyordu. Mavi gök yerini karanlığa bırakmaya başlamıştı bile. Geceyi haber veren kızıl renk her yeri kaplamaya başlamıştı. Küçük kâğıt parçasını bir kez daha eline aldı, batıya yani rüzgar yönüne gitmeliydi. Prensesi ya da kötü kaderini orada bulacaktı. Kendisine sadık olduğunu düşündüğü elli adamına gün maviyken gizlice haber göndermişti. Bütün adamları O’nun için canlarını vermeye hazırdı. Deniz tüm düzeni kurmuştu. Geminin yelkenleri yenilenmiş ve sefere hazır hale gelmişti. Elli adamdan en güçlü yirmisi kürekçi on tanesi miço kalan yirmisi ise yelkenci ve topçu olarak Deniz tarafından tasnif edilmişti. Artık son bir işi kalmıştı, görevi geçici olarak adanın kara savunmasından sorumlu olan Çiğ’ e teslim edecek ve yola koyulacaktı.
Artık hava karamıştı. Vakit Çiğ’ e olanları gizlice anlatmak için en uygun zamandı. Adanın güneyinde bulunan Çiğ’ in evine ulaşmak için atını kullandı, küçük sayılacak bir adada at sırtında bir yere ulaşmak pekte vakit almıyordu. Yaklaşık yarım saat sonra Çiğ’ in evine ulaştı. Kapıdaki muhafızlar Amirallerini selamladılar. Ahşaptan yapılma pekte büyük sayılmayacak bir evdi. Kapı muhafızı Çiğ’ e haber verdi. Çiğ kapıya kadar indi ve komutanını selamladı. “Hoş geldiniz Amiral, bu saatte sizi buraya getiren şey nedir ?” dedi Çiğ. Güneş komutana gülümseyerek baktıktan sonra “Adını sabah serinliğinden alan dostum, Deniz Tanrısı beni buraya getirdi, vaktin varsa eğer biraz konuşmalıyız” dedi. Güneş arkadaşını dışarıda küçük bir yürüyüşe davet etti, elbette Çiğ bu duruma şaşırmıştı, ancak güveni galip geldi bu durumu kabullendi. Evinin karşısındaki küçük zeytinlikte iki kişi yürümeye ve konuşmaya başladılar. “Sevgili dostum, sanırım kayıp kralın son varisini buldum, bu gece yola çıkacak ve ona ulaşacağım. Yaşlılar Kutay ve Kural’ la anlaşmayı planlıyor” dedi Güneş. “Efendim dediğiniz eğer doğru ise, bunca şehit boşuna ölmüş, bunca kan beyhude akmıştır. Bende istediğiniz nedir?” Güneş tekrar konuştu “Ben dönene dek toprakları koru, oğullara ve kızlara sahip çık, kurultayı elinden geldiğince oyala, ben dönene dek tüm yetkiler sende olacaktır.” Henüz yirmi altı yaşında olan Çiğ emirleri eksizce yerine getireceğini belirtmek için komutanına askeri selam verdi. Bu kısa konuşma durumu açıklamış ve Çiğ’ e yapması gerekenleri anlatmıştı.
Güneş atı ile kuzey iskelesine geri döndü. Gizlice yola çıkmak için en uygun zamandı bu. Vakit gece yarısı olmuştu bile. Adamları akşam dan beri gemide gizlenmiş Deniz’i ve Güneş’i bekliyorlardı. Önce Deniz gemiye çıktı ve güverteye üç kez aralıklı vurdu.
Beklenen parolayı alan askerler hızlıca görev yerlerine geçtiler. Güneş bu kader oyunundaki ilk emrini verdi. “Yelkenler fora! Dümenci yön batı!” Yelkenler hızlıca açıldı, ana yelken direğindeki gözcü yerini aldı, “Havada bulut yok! Yol açık!” diye seslendi.
Güneş birkaç dakika adamlarını düzenini ve dinginliğini gözledikten sonra kamarasına indi. Sönük olan gaz lambasını yaktı ve seyir defterine tarih attıktan sonra şunları yazdı;
“Yüce Deniz Tanrısı! Ben ve sadık adamlarım kaderimizin peşinde nereye gideceğimizi bilmeden yola koyulduk. Sen bizleri koru ve gözet. Bizlere yardımcı ol.” Seyir defterine havanın durumunu ve gidilecek yönü belirtti. Artık zaman kaderlerine yol alacak olan elli iki kişi için daha değerliydi….
-III-
AKBABALAR
Güneş kazandığı ve kaybettiği savaşların yorgunluğu ile gece boyu kamarasında dinlenmişti. Günün ilk ışıklarıyla yatağından kalktı ve güverteye çıktı. Deniz görev yerini hala terk etmemişti, hala dümenin başındaydı hala geminin batıya yol almasını sağlıyordu. Hava bulutsuzdu ve denizde yol almak için uygun bir zamandı. Güneş dümene yöneldi ve dostundan dumanı devralacağını belirten selamı verdi. Deniz “Müsaadenizle Amiral dinlenmeye çekileceğim.” Dedi. Güneş başını yavaşça öne doğru indirdi. Deniz için dinlenme zamanı gelmişti.
Güneş hala batıya doğru yol alan geminin dümenini sımsıkı kavramıştı. Arada sırada kulağa gelen dalga sesleri ve geminin ahşap omurgasından gelen, esneme sesleri bir denizci için hayat bu diye düşündü Güneş. Ancak içindeki kıpırtı git gide artıyordu. Prensesin mesajda belirttiği gibi batıya yol alıyordu, ama bir işaret olmalıydı. O’na yönünü kesinleştirmesi için bir işaret gerekiyordu. Kaşlarını çattı ve subay sayılacak bir askerden kendisine tütün hazırlamasını istedi. Asker emri yerine getirdi, yanan pipoyu Amirale verdi. Amiral pipodan derin bir nefes çekti. Nefese tam ağzından çıkmak üzereydi ki direkteki gözcü bağırdı “Akbabalar! Akbabalar! Sancak tarafından geliyorlar!”
Deniz dünyasının Akbabaları gerçektende çok tehlikeli yaratıklardı. Kanatları bir gemi boyuna ulaşır, boyları neredeyse iki adam boyundaydı. Güneş “Okçular ve zıpkın hazır olsun!” diye bağırdı. Yaklaşık yirmi adam üçlü sıralar halinde güverteye dizildi, eğitimleri gereği gemiyi Akbabalara karşı nasıl koruyacaklarını biliyorlardı. Geminin iki ucundaki zıpkın silahları hazırlandı ve zıpkınların ayrılmamasını sağlayan ipler kesildi. Akbabalar hızla yaklaşmaya başlamıştı bile. Gözcü tekrar seslendi “Üç tane biri iskeleden geliyor ikisi sancaktan!” Askerler yapmaları gerekeni biliyorlardı. Ucuna yılan zehri sürülmüş oklar yalarda gerildi. Güneş “Bekleyin !” diye seslendi. Sancak tarafından gelen akbaba çok yaklaşmıştı, Güneş ‘Sancak tarafı oklarınızı fırlatın!” dedi. En az on tane ok akbabayı denize düşürdü. Tam bu sırada iskeleden gelen akbaba çok hızlı bir hararetle geminin ana yelken direğini güçlü pençeleriyle tutarak parçaladı. Direğin üzerine düştüğü yaklaşık on adam yaralındı, direğin üzerindeki gözcü denize düşütü. Güneş daha fazla olduğu yerde kalamazdı. Yerde yatan askerlerden birinden yay ve ok aldı. Oku gerdi ve yelken direğini parçalayan akbabayı boynundan vurdu. Akbaba yönünü şaşırdı ve kanatlarındaki hâkimiyetini kaybederek, denize düştü. Geriye kalan son akbaba ise çığlıklar atarak oradan uzaklaştı. Güneşin artık yelkeni olmayan bir gemisi sağlam kırk adamı vardı. Aslında bu hesaptan daha çok güneşin kafasını karıştıran şey, bu çevrede hiçbir kara parçasının olmamasıydı. Eğer kara parçası yoksa akbabalar nerede yuva yapmışlardı? Akbabalar güçlü olmalarına karşın uzun süre uçamazlardı. Ama bilinen hiçbir haritada burada bir ada gözükmüyordu.
Yaralılar hızlıca geminin yatakhanesine taşınıyor diğer taraftan da güverte hızlıca temizleniyordu. Güneş başını gökyüzüne çevirdi, Posta güvercini bir kez daha ona doğru uçuyordu. Güvercin tekrar güneşin omzuna kondu, güneş mesajı güvercinin ayağından nazikçe aldı. Şöyle yazıyordu “Sayın komutan eğer akbabalarla karşılaşmışsanız, olduğum yere yaklaşmışsınız demektir. Geminizin yönünü kuzeye çevirin, denizin ortasında bir yerde yanan bir ateş göreceksiniz, çekinmeden o ateşe geminizle girin ateş, size kapı olacak, sizi benim olduğum adanın limanına götürecek. Umarım ihtiyacım olan şeyden yanınızda vardır… ” Prensesi bulmak için gerekli işaret yine Güneşin omzuna konmuştu. Tekrar dümene döndü, rotasından çıkan gemisinin yönünü bu kez kuzeye çevirdi. Sönen piposu için tekrar ateş istedi…
-IV-
Güzel Gülüşlü Prenses
Geminin yönü, artık kuzeye dönüktü, Güneş henüz kararmaya başlayan göğe aldırmayarak dümenin yanındaki ahşap dolapta duran, dürbünü çıkardı. Bir eliyle dümeni tutarken diğer eliyle ufuk hizasında, denizi gözlemeye başladı, işte beklediği şey! Yaklaşık bir saatlik mesafede karşısında duruyordu. Denizin üzerinde yanan kızıl ateş. Gördüğü görüntü yüzünden büyülenmişti adeta, ne kadar güzel, ne kadar sıcak ve ne kadar korkutucu, denizin üzerindeki kızıllık. Artık kendisi için zamanın geldiğini düşünmüştü. Bu sırada yelkenleri onarmaya çalışan Deniz’ e seslendi “Zırhlarımı hazırlayın, bana biraz erzak ve su hazırlayın, bir saat sonra sizden ayrılacağım” emir uzaktan gelmişti, ama Deniz tüm olanları zaten idrak etmişti. Amiral kendisi dışında kimseyi tehlikeye atmak istemiyordu, istekleri kısa bir zamanda hazırlandı, Güneş zırhlarını kuşandı ve zümrüt işlemeli kılcını beline taktı. Bir yay ve bir kemankeş edindi. Yaklaşık yirmi beş tane oku, yeteri kadar suyu ve erzakı vardı.
Gemi kızıllığa iyice yaklaşmış, hava karamıştı. Bir kadın için ateşin içine gireceği, fikri ara sıra Güneşin gülümsemesine sebep oluyordu. Ama O sıradan bir kadın değildi, O halkını ve topraklarını kurtaracak olan kadındı. Geminin sancak tarafında asılı olan filikayı askerleri suya indirdiler, hemen ardından Güneş filikaya atladı, Deniz bu durum karşısında göz yaşlarına hakim olamıyordu, filikadaki Güneş Denize şöyle seslendi “Sen iyi bir askersin Dostum! Şimdi Adaya geri dön ve bu olanlardan kimseye bahsetmeyin, ikinci şafağa kadar benden haber alamazsanız umudunuzu yitirin! Deniz Tanrısı sizinle olsun!” ve Deniz Amiraline selam verirken şöyle dedi “Emrinizle Komutanım, söyledikleriniz eksizce yerine getirilecektir!”
Deniz dünyasının en onurlu askerleri, bu dünyanın en küçük kara parçasında dünyaya gelmişlerdi. Düzenleri ve bağlılıklarıyla yüzyıl saldırılara dayanmışlardı.
Güneş hızlıca küreklere asıldı, ateşin sıcaklığı gözlerini yakmaya bile, korkmuyordu kaderi nereye götürüre oraya gidecekti. Ateş bedenini yakmaya başladıkça o daha güçlüce asıldı küreklere ve ateşten duvar insan cesaretine dayanamayarak gözden kayboldu, Ateşten duvarı geçen Güneş bir patırtıyla gözlerini açtı, kayığı karaya oturmuştu bile. Bu sırada düşünmeden edemiyordu, prensesin istediği şey neydi? Ona açıkça belirmemişti ama gemide bulunan her şeyden yanına erzakına azar-azar almıştı. Bulunduğu ruh halini üzerinden attıktan sonra, karşısında cenneti gördü sanki ayın ışığı ile parıldayan kum tanecikleri, ay ışığı ile içini gösteren bir deniz, berrak sular ve verimli olduğu anlaşılan, topraklar. “Ölüm mü bu ?” dedi kendisine ölümde olsa prensesi bulmalıydı. Kayığını kumsala kadar çıkardı, ve tam kayığın yanına oturarak matarasından su içmeye başladı.
Arkasından gelen bir çıtırdı onu rahatsız etti, ani bir hareketle ayağa kalktı ve kılıcını çekti. Karşısındaki kişi beklide ömrünün sonuna kadar görebileceği, en güzel varlıktı. Kadın gülümsemesini yüzünden hiç eksik etmiyordu. “Askerler “ dedi ve tekrar gülümsedi genç kadın. Güneş “Ben prensesi arıyorum yerini biliyor musun kadın?” dedi. Güzel kadın kahverengi gözleri ve hoş edasıyla şöyle dedi “Hoş geldiniz Amiral, adım Güneşışığı aradığınız prenses benim, ve sizi yüzyıldır bu adada bekleyende benim” dedi. Genç kadın bir prenses gibi giyinmemişti, ve pek soyluda durmuyordu ama Güneş kalbinden geçenlere inanırdı, hisleri O’nun prenses olduğunu söylüyordu. Sadakatle diz çöktü , “Bağışlayın leydim, bu ateşten duvar ve olanlar yüzünden baskı altındayım, umarım anlayışla karşılarsınız” dedi. Prenses “Ayağa kalkın Amiral önünde diz çökülmesi gereken bir şey varsa oda sizin onurunuzdur. “ Prenses ve savaşçı kaçınılmaz kaderlerinin gerçekleştiğini anlamışlardı. Tanışmaları alın yazılarıydı.
“Prenses” dedi Güneş “Benden istediğiniz şey nedir? Açıkça mektupta belirtmediğiniz şey.” Gülümseyerek tekrar konuştu Güneşışığı “Şeker Amiral, Bu adada tatlı olan hiçbir meyve yada sebze yok, burada yetişen her şey ya çok acı yada çok ekşi, hiç şekeriniz var mı?” Güneş karamsarlığa düşmüştü bir kez daha, yanına her şeyi almıştı ama gemisinde de hiç şeker yoktu. “Yanımda hiç şeker yok Prenses, ama isterseniz tatlı meyveler var.” Erzak çantasından biraz tatlı elma çıkardı, ve Prensese uzattı, Prenses elmayı bir kez ısırdı, ve gülümsedi “Bunun tadına birde siz bakım Amiral” dedi. Elma ekşiydi, nasıl olurdu Bilgelik adasında ekşi elma yetişmezdi. “Sanırım bu bir büyü Amiral, bu adaya gelen her yiyecek tadını kaybediyor” dedi Prenses.
“Ben ve ailem kara lordlar tarafından asırlar önce bu adaya hapsedildik, çıkış yolunu asla bulamadık, Babam buradan ayrılmaya çalışırken öldü, Annem ise Babamın üzüntüsüyle hayata gözlerini yumdu. Zaman sizin zamanınız Amiral, buraya gelmeyi başarabilen sarışın bir savaşçıyı hep rüyalarımda gördüm, o sizdiniz. Buradan beni çıkaracak olan kişi sizsiniz Cesaretiniz beni buradan kurtaracaktır” dedi Prenses ve devam etti “Aydınlık tarafın büyülerini bilen son kişi benim, bu büyülerle ailem asırlar boyu Bilgelik adasını düşmandan gizledi, halkımız barış ve huzur içinde yaşadı. Ama kara lordlar bunu anladıklarında, adayı ele geçirmesi için Mecrana ilham ettiler ve tabiî ki bizleri adadan buraya sürdüler, Adanın pınarları Amiral, bu dünyadaki en güçlü büyüyü yapmak için tek yol, ne yazık ki bunu farkında olan tek kişi benim. Siz yıllarca adayı değil, adanın pınarlarını kordunuz Amiral, Yaşlılar bir damla suyu Kural’ a yada Kutay’ a verirse bütün dünya kıyamete sürüklenecek”
“Posta güvercini!” dedi Güneş “Kuş buradan çıkmanın yolunu biliyor.” Şimdi prenses güvercini gönderin.” Prenses güvercine seslendi ve kuşa fısıldayarak bir şeyler söyledi, Kuş Prensesin omzundan kanatlandı, Güneş dürbünüyle kuşu izlemeye başladı, Kuş adanın ortasında yanan ateşe gitti ve gözden kayboldu.
“Ateş beni buraya getirdi ve yine ateş bizi buradan çıkaracak” Prenses ve savaşçı, adanın ortasında yanan ateşe yürüdüler, Prenses sıcaklıktan korkuyordu. Güneş Prensese sarıldı ve dedi ki “Endişe etme prenses cesaretim seni koruyacak, bağlığım seni serinletecektir.”
Ve yanan ateşin içinden geçen iki kişi bilgelik adasına ulaştılar. Bu ateş kapası Kralı ve ailesini uzak adaya götüren kapıydı. Güneş varacağı yere çok erken varmıştı. Prensesle birlikte Çiğ’ i buldular ve bütün olanları anlattılar. Askerler bir araya gelerek yaşlılar kurultayını dağıttı. Prenses tekrar hükümdar oldu ve adayı tüm gözlerden gizleyecek büyüyü yaptı.
Yüz yıl boyu süren savaş ve acı Sarışın bir savaşçının cesareti ve bilgeliği sayesinde yerini tekrar huzura bıraktı.
En güzele en iyi dileklerimle,
Muhittin KARABULUT
|