|
|
|
Bölüm 2
YÜCE AĞAÇ
-I-
Zümrüt ormanı Bolluk şehrinin kapılarından Yılangözlülerin topraklarını ayıran sınır taşlarına kadar uzanıyordu. Demir ormanın içinden sınır taşlarına kadar hızlıca gidecek ve ilk sınır taşını görüşünün, yüz elli at boyu ardından kalesine ulaşacaktı. En azından böyle olmasını planlıyordu. Yılangözlülerin topraklarına girmiş olacaktı ama en kısa yol buydu.
Demirin atı sanki rüzgardan bile hızlıydı. Beklide bu yüzden aklardan daha ak atının adını Rüzgaryele koymuştu. Dostu Savaş hala Rüzgaryele’ nin sırtındaydı ve yaşayıp yaşamadığı konusunda bir malumatı yoktu. Ancak “Umudunu kaybetme. Umudunu kaybetme...” diye kendi kendine mırıldandı . Koşan atının kulağına eğildi ve şunları fısıldadı “ Koş oğlum, Koş Rüzgaryelem, Canlarımız sana emanet”. Rüzyaryele Sahibini kırmadı ve daha da hızlandı. Ağaçların yanından yayından fırlamış bir ok kadar hızlı yol alıyorlardı. Demir aniden havayı yırtan ıslık sesleri duymaya başladı. Fakat bu sesin ıslık olmadığını tam önlerindeki ağacın gövdesine saplanan oku gördüğünde anladı. Tehlike büyüktü. Kurtuluşu şayet kendi yayında ve kılıcında araması gerekirse ölümü ve belki de başlamadan savaşı kaybetmeyi göze alacaktı. Rüzgaryele artık havayı yarıyormuşçasına koşuyordu. Ciğerleri tıpkı suyla tıka basa dolan bir tulum gibi şişiyor ve aniden boşalıyordu. Ancak yorulmaya başladığını Demir atının titreyen bacaklarından anlamıştı. On at boyu daha mesafe aldılar. Orman Demir’ e olan düşmanlığını artık hiç gizlemiyordu. Önlerinde beş ile on arası sayıda yılangözlü kılıçlarını çekmiş hazır vaziyette aniden beliriverdi. Demirin pek şansı kalmamıştı. kınından kılıcını çekti ve karşısındakilere şöyle seslendi “Ölümün tadını çıkarın!”
Demir aynı ıslık sesini çok yakınında tekrar duydu. Ancak karşısında duran yılangözlülerden biri yaklaşık yarım adam boyundaki yayını aniden gerdi ve tam Demir’ in omzuna saplanacak olan oku bertaraf etti. Demirin yorgun bedeni yüzünden karışan aklı iyice karmaşaya sürüklenmişti. Ardından koşmaya başlayan ayak sesleri duyuyordu. Bağıran yılangözlünün sesi tüm ormanı yırttı. “Tıısssssss…. Ölllldüüürüüün O’nuuuuuuuu!”. Atı ne kadar dayanacaktı daha da önemlisi Rüzgaryelenin hızla atan kalbi her an bir ok yada mızrak darbesiyle durabilirdi. Önlerinde duran küçük mangadan bir yılangözlü Demir’ e şöyle seslendi “Buradan Beyimmmm ! Burayaaaa gelinnnnn!” ve Demire on adım arkalarında kuzeydoğuda duran yaşlı adamı işaret etti. Demir’ in bu sözü dinlemekten başka çaresi yoktu. Atının yularını o yöne doğru çevirdi. Önündeki yılangözlülerden iki tanesi yılangözlülere has çevik koşma şekliyle Demir’ in ve atının arkasına geçtiler. Üzerlerine aynı çeviklikle gelen düşamana kılıçlarını savurmaya başladırlar. Hala demirin önünde bulunan dört yılan gözlü yeşil pelerinlerinin arkasından yaylarını çıkardılar. Sırtlarındaki geyik derisi kemankeşlerden, öne doğru atılan arkadaşları için hızlıca ok atmaya ve öndeki arkadaşlarına saldıracak olan düşmanı düşürmeye başladılar. Demir yaşlı adamın yanını vardı. Atının yularını kendine doğru çekti. Rüzgaryele soluk soluğa kalmıştı. Yaşlı adam hemen hemen Demir’ in boyundaydı. Pek geniş sayılmayacak omuzlara, uzun ak saça ve kısa sayılmayacak ak sakala sahipti. Yaşlı mavi gözleri yeşil başlığının altından Demir’ e çok güven verici bakıyordu.
Yaşlı adam “Mataranı ver çocuk!” dedi. Aslında ses tonu pek kaba, pek çekilmezdi. Demir zaten bu gün yaşadığı hiçbir şeye anlam veremiyordu. Önce miğferini çıkardı. Ardından atının eğerinde duran matarasını koparırcasına çekerek, yaşlı adama verdi. Yaşlı adam tekrar konuştu; “Matarandaki suyu nereden doldurdun çocuk ?”. Demir cevap vermek istiyordu, ama konuşmayı bir türlü başaramıyordu. Aklından geçen kelimeler diline kadar geliyordu ama bir türlü ses tellerine gerekli emri veremiyordu. “Vaktimiz yok aptal çocuk! Matarandaki su insan topraklarından mı?”. Demir yutkunarak ve kasılarak “Evet. Suyu çekiç kalesindeki kuyudan doldurdum.” dedi. Yaşlı adamın zaten sert olan bakışları daha sertleşti, “Kimse yanlış bir yere gitmek istemez değil mi?” dedi. Yaşlı adam yere çömelerek bir parça nemlenmiş toprağı eline aldı. Eline aldığı toprağın üzerine Demir’in matarasından biraz su döktü. Ardından hemen yanındaki ağacın gövdesinden, bir parça kopardı ve elinde yaptığı çamurun içine koydu, avucunu sımsıkı kapatarak ve gökyüzüne doğru tutarak konuşmaya başladı; “Topraktan bir ağaç türer. Ağaç su ister. Köklerinden gövdesi güçlenir. Ey! Yüceler yücesi Efendiler! Ey Efendilerin Ulu Tanırsı ! Bana ağaçların atasının köklerine giden kapıyı açmam için güç verin!”. Bu sözleri söyledikten sonra elindeki çamuru havaya saçtı. Çamur zerreleri ve küçük ağaç kabuğu yere düştükten sonra, bir adam boyunda ve bir yay genişliğinde su yaşlı adamın önünde beliriverdi. Bu sudan duvar Berraktan daha berrak, dünyadaki tüm sulardan daha temizdi sanki. “Hadi kapıdan geç çocuk!” dedi yaşlı adam. Demir atından indi ve önce atının arkasında yatan dostunun nefes alıp almadığını sırtına dokunarak kontrol etti. Dostu nefes almaya devam ediyordu. Atının yularından tutarak suyun içine girdi ve hemen arkasından yaşlı adam kapıdan geçti. Arkalarında görevleri onları savunmak olan ağaç desenli yeşil pelerin giymiş, çıplak ayaklı yeşil derili yılangözlüler birden toprağa dönüşüp, toprakla bütünleştiler.
Kapıdan geçtik ten sonra ulaşmak istedikleri yere ulaşmışlardı. Demir kendisini yüce ağacı tam karşıdan gören pekte yüksek olmayan tepede buluverdi. Ağaçların en yücesi, İnsan ırkının doğduğu yer. Saf yapraklı, saf gövdeli yüce ağaç. Ne kadar huzur verici ve ne kadar görkemli. Yüce ağacın gövdesi neredeyse elli yay genişliğindeydi. Göğü deler geçerdi. Bu ağaç Mos’ un yüce efendilerinin Tanrı katıyla aralarındaki yoldu. Ağacın en az bir çam ağacı kalınlığındaki dallarının hemen her birinde olan ahşap odalar ağacın dev yapraklarının gölgesinde kalıyordu. Köklerinin en kalın kısımları toprağın üzerinde görünüyordu. Demir olan biteni yeni anlamaya başlamıştı. Aslında O’nun durduğu yer bir tepe değil yüce ağacın toprağın üzerine çıkmış köklerinden biriydi. Ağacın etrafı tamamen kurumuş dev yapraklarla kaplıydı. Ağacın tam arkasından, akan ve beklide yüce ağacı beslediği için neşelenen bir ırmak yada şelalenin sesi duyuluyordu. Burası kutsallığın en yoğun hissedildiği yerdi. Burası yaşamın kaynağı ve annelerin çocuklarına söyledikleri ninnilere konu olan görkemli bahçeydi. Her yerde dolaşan ağaç kızları neşeli şarkılarını söylüyorlardı. Ağacın her yaprağının bin bir derde deva olduğu insanlar arasında yüz yıllarca anlatıla gelmişti. Bu ağacın gölgesinde oturanlar yada hayatlarında bir kez onu görenler son nefeslerini hep huzur içinde verirlerdi. Güneş ne doğudaydı nede batıda. Güneş yüce ağacın tam tepesinde varla yok arası bir görünümdeydi. Ağacın yapraklarından süzülen güneş ışığı türlü oyunlar yapıyor ve bu manzarayı daha harika kılıyordu. Ağacın dallarından ötesi görülemiyordu. Sanki gökyüzü ağacın dalları üzerine yaratılmıştı.
Demir’ in kalbi - bu manzarayı gördükten sonra - nedenini henüz kestiremediği, huzur duygusuyla doluvermişti. Yularını hala tuttuğu atının yularını saldı. Atının yüzünü okşamaya başladı. “Hatırlıyorum.” dedi gülümseyerek. Annesinin O’na her zaman söylediği şarkı aklında hızla tekrara başladı. Aklındaki tüm kötü düşünceler ve karamsarlıklar o şarkıyla sakinleşiyordu. Şarkıyı söylemeye başladı. “Gölgendeki kızlar pekte gözledir yüce ağaç. Bizlere huzur ver ve bizleri büyünle koru. Cennete giderken merdivenimizsin yüce ağaç. Seni bulmak için yaşlanır Hakanlar….”
Yaşlı adam Demir’ in yanına geldi. “Hatırlıyorsun değimli çocuğum?”dedi. Demir’ in düşünceleri artık rahatça sese dönüşüyordu. “ Evet, hatırlıyorum.” Dedi gülümseyerek
“Annen iyi ve namuslu bir kadındı oğlum. Baban dürüst ve onurlu bir adamdı. Gözlerin dışında babana ne kadar da benziyorsun” dedi yaşlı adam. Demir artık soru sorma sırasının kendisinde olduğuna inanmaya başladı; “İhtiyar kimsin ? Ailemi nereden biliyorsun? Teşekkürler, beni ve dostumu kurtardın ama benim ulaşmam gereken bir yer var. Bana Bolluk şehrine giden yolu göster bende gideyim. Vakit hızla akıyor ve benim vaktim yok .”. Demir içinden geçenleri söyleyebileceği en kestirme yoldan hızlıca söylemişti. Yaşlı adam Demir’ e daha sakince ve gülümseyerek bakıyordu artık. “Biliyorum soruların çokça ve cevaplarını alacaksın. Lakin önce dostun tedavi edilmeli, atın su içmeli ve sen dinlenmesin. Dinlenmeden ne yanıtları idrak edebilirsin nede yola çıkabilirsin.Olanlar hakkında malumatım var oğlum. Karanlık konusunda endişe etme, sana ancak ben yardımcı olabilirim .” dedi. Yüce ağacın etrafında dolaşan üç ağaç kızına seslendi; “Gelin bu çocuklara ve bu ata iyice bakın dinlensinler ve güçlerini toplasınlar.”
Birbirinden güzel üç ağaç kızı onların olduğu yere doğru yürümeye başladılar. Onlar yaklaştıkça melek efsunundan gelen ışıkları ve huzur verici duruşları on başı Demir’ i daha da rahatlatıyordu. Çekik kaşlı, mavi gözlü, uzun boylu ve ince belli ağaç kızları. Yüzleri beklide hiçbir kadının sahip olamayacağı kadar güzeldi. Elmacık kemikleri ne çok silik nede çok belirgindi. Dudakları gül kadar kırmızı ciltleri altın gibi parlaktı. Sarı saçları bellerine kadar uzanır ve onlar yürüdükçe saçları dans ederdi. Uzaktan bakıldığında onları birbirinden ayırt etmek neredeyse imkansızdı. Duruşları ve farklı huyları kişiliklerini ortaya çıkarıyordu. Her birinin üzerinde pembe uzun kıyafet vardı. Ağaç kızlarından biri Demir’ in koluna girdi ve onu dinleneceği odaya doğru götürmeye başladı. Diğerleri Rüzgayele’yi ve Savaş’ ı alarak Demir’ in gittiği yönün tam tersine götürdüler.
Demir ve yanındaki huri yüce ağacın gölgesindeki görkemli bahçenin en güzel odasına varmışlardı. Demir ağaç kızının gözlerinin içine baktı, bir şeyler söylemek istemişti ama ağaç kızı buna müsaade etmeden dedi ki; “Dinlen yiğit savaşçı, gül kokulu yastıklar ve huzur dolu odan seni bekliyor.”. Demir bu sözleri duyduktan sonra odasının görkemli ve geniş kapısını açtı. Kılıcını, yayını, oklarını ve zırhlarını sırasıyla çıkardıktan sonra huzur dolu odasında –yorgunluğuna yenik düşerek- uykuya daldı. Gerçektende dinlenmeliydi. Tüm dünyanın yükünü sırtlanmış gibiydi.
-II-
Oldukça derin bir of çekti Demir. “Lanet rahat yatak! Çok geç kaldım!” dedi, yalnız olduğu odasında. İçindeki huzurun yerini telaş ve endişe kaplamıştı. Hızla yatağından çıktı. Aslında geniş omuzları yataktan ayrılmak istemiyordu ama o bir çırpıda kalkıvermişti. Hızlıca zırhının altına giydiği kalın kumaştan yapılmış, pantolonunu ve aynı kalınlıktaki gömleğini üzerine geçirdi. Zırhının tamamını kuşanmak yerine, hafif metalden yapılma file görünümlü zırh altlığını giydi. Kılıcını beline doladı. Hızlıca kapıyı açıp dışarı çıktı.Telaşı yüzünden okunuyordu. Birkaç adımı hızlıca ve yalnızca önüne bakarak attı. Başını yukarı kaldırdı ve yüce ağacı görmesine vesile olan yaşlı adamı yirmi adım önünde otururken gördü.Yaşlı adamın üzerinde siyah kumaştan yapılma ve yaldızlı işlemeleri olan bir kıyafet vardı. Önünde küçük bir masa vardı ve karşısındaki tabure boştu. Yaşlı adam elindeki piponun içinde yanan tütünün keyfini çıkarıyor ve masanın üzerindeki semaverden doldurduğu anlaşılan çayını keyifle yudumluyordu. Demir bu ne rahatlık diye düşündü. Adam hem keyifle tüttürüyor hem de büyük bir zevkle çay içiyordu. Adımlarını koşarcasına hızlandırdı ve yaşlı adamın karşısında duran boş tabureye oturana kadar durmadı. “Uyanmışsın çocuğum.” dedi yaşlı adam. “Biraz çay alır mısın?”. Demirin telaşı daha da artmıştı. “Hayır. Çay istemiyorum ve sıcak yatak yada lezzetli yemeklerde istemiyorum. Tek istediğim bir an önce kaleme dönmek ve olanları General’ e bildirmek.” Yaşlı adam gülümsedi ve sakalını eliyle toparlayarak elini sakalından aşağıya doğru kaydırdı. “Endişe etme demiştim sana çocuk. Burada güneş bir adım bile yol kat etmez. Hem zamanın aktığı bir yerde olsak bile benim yanımda olan bir adamın bu konuda hiç endişe etmemsi gerekir.” Demir yaşlı adamın sözlerinden sonra bir an duraksadı. “Öyleyse kimsin sen yaşlı adam?” dedi. Yaşlı adam Demir’ in önünde duran çay kupasına çay doldurdu. “Ben tüm zamanları görmüş bilginim.” dedi yaşı adam. Önce çayından bir yudum aldı ve tekrar konuştu. “Ben zamanın başlangıcından beri varım. Olanları bilirim ancak olacak olanları tayin edemem. Sadece olacak olanları, olayların gerçekleşme ihtimali dahilinde görür ve gösterebilirim.Çünkü yaşayan her düşünce sahibinin bir görevi de kendi kaderini tayin etmektir.” Demir artık yaşlı adamın kim olduğunu anlamıştı ama hala şüpheleri vardı. Yaşlı adam konuşmasına çayından bir yudum daha aldıktan sonra tekrar başladı.”Ben Hakanların ve Beylerin hükümdarı, zamanın efendisi Devran’ım .” Demir inancına sadık kalarak bu sözlere inandı ve Devran’ in yanında diz çökerek, yere kadar uzanan pelerinini öptü. Devran Demir’ in başını okşadı. “Kalk oğlum!” dedi Devran. “Vakit diz çökme vakti değil. Maalesef karanlığa karşı verilecek olan uğraşta sana çok iş düşecek. Nice yollar aşman pek çok sırrı çözmen gerekecek. “
Tüm soruların yanıtıydı zamanın efendisi. Tanrı Ülgen’ in büyük yardımcısı ve tüm zamanların en büyük bilgesi Devran. O hem geçmişi hem de geleceği bilen kişiydi. O efendilerin en yücesi ve en akıllısıydı. Tüm zamanlarda yaşamıştı. Mekan var edilip zaman başlatıldığında mekan ve zaman arasındaki dengeyi kusursuzca koruması için yaratılmıştı. Mos dünyasındaki tüm savaşlar başlarken de biterken de O her zaman bir yerlerden olanları gözlüyordu. Bilgisi ve bilgeliği Tanrısaldı. Ancak bilgisi yalnızca Mos dünyasıyla sınırlıydı. Aşık bulutlar dünyada özgür bırakıldığından beri her şeyi görmüş ve bilgeliğini arttırmıştı.
Artık sorularının yanıtını arayan genç bir adamla zamanın efendisi yüce ağacın gölgesinde koyu sohbete başlamak üzerelerdi. “Karanlık neden önce Savaş’ ı almak istedi ?” dedi Demir. “Bir vakitler genç adam, Mos dünyasında hüküm süren altı insan boyu vardı. Bu boyların her biri işte bu ağacın dallarından türedi. Ancak insanlar özlerini ve köklerini unuttular. Savaş Yakut boyunun hayatta kalan son beyidir. Karanlık şimdi insanları bölmek için boyları tekrar ortaya çıkarmayı amaçlıyor. Gerçekler pek bir acımasızdır. ” dedi yaşlı efendi. Ardından sesini biraz daha yükselterek ve daha vurgulu konuşarak “ Seninle tanışmak büyük bir onur Altın boyunun beyi.” dedi. Demir Efendinin ağzından çıkanlara çok şaşırmıştı ve şaşkınlığını üzerinden atamadan “Ben bey miyim ?” dedi.”Ama bu imkansız. Babam rençperdi. Annemse öksüz bir kadın.”
“Boşuna şaşırma oğlum. Annen Altın boyunun son Hatunuydu ve ataları yüz yıllarca Altın boyunu yönetmişti. Bu soyların her birini vakti ile kurutan kara efendiler şimdi bu soyları tekrar ortaya çıkarmak istiyor.”
“Neden ?” dedi Demir. “Kara efendiler neden tekrar boylar ortaya çıksın istedi?” Devran önündeki semaverden kupasına biraz daha çay koydu. “ Tek amaçları insanları bölmek, parçalamak. Karanlık artık çok daha sinsi düzenler kuruyor. Tanrıya şükür ki burada güvendeyiz.Tabii şimdilik. Karanlığın ilk amacı boy beylerini bulup tesiri altına almak.” Demir’ in aklına çok güvendiği insan ordusu ve Hakanı gelivermişti. “Eminim Komutanlarım gereken tedbirleri almıştır. Hakanımızın olanlardan mutlaka haberi vardır. Ben ve adamlarım kaleye dönemedik. Mutlaka daha kalabalık bir birlik bizi aramaya koyulmuştur.”. Yaşlı efendi gülümsemesini kahkahaya yakın hale getirdi. “Hayır oğlum. Emin ol ki karanlığın oyunundan haberi olan yalnız üç ölümlü var. Onarlında artık sadece ikisi hayatta.”
“Ben Tasara ve Savaş” dedi Demir. Yaşlı efendinin piposu sönmek üzereydi. Geniş ağızlı piposunun, tütünün konulan kısmına parmaklarını şaklatarak biraz kıvılcım doldurdu. Ardından piposundan derin bir nefes daha aldı. “Evet” dedi yaşlı efendi. “Sana bu uğraşta düşecek görev çok fazla. Sizler kara büyü yüzünden pek çok hafızadan silindiniz.”
“Efendim bana yol gösterin ve bilin ki Tanrı şahidimdir, canım pahasına dört yemin adına, kanımın son damlasına kadar ülkemi ve halkımı koruyacağım” Demir bu sözleri söylerken gerçekten çok heyecanlı ve cesur gözüküyordu. “Hayır oğlum” dedi Devran. “Sana vereceğim mektubu Bilgin oğlu kahin Gölge’ye götürmelisin önce. Umalım da bu kez karanlığın düzenleri kan akmadan, kardeş kardeşi kırmadan son bulsun. Şimdi oğlum sana vereceğim kara zırhları giyeceksin, siyah renkli kahverengi yeleli bir kısrakla yoluna devam edeceksin. Seni tanıyan yalnızca karanlık, bu yüzden kılık değiştirmelisin. Önce kurt topraklarına yani dağlara git. Orada mektubun sahibini bul ve sonrasında o sana eşlik edecek.”
Yaşlı efendi pelerinin iç kısmına koyduğu mektubu onbaşına uzattı. Demir mektubu aldı ve kılıç kınının üzerine diktiği derin cebe sakladı. Demir söylenenleri harfiyen yapacaktı ama anlamadığı şey dostu Savaş ve atı Rüzgaryele neden burada kalacağıydı. Artık oturdukları taburelerden kalktılar ve yaşlı efendi ellerini havaya kaldırdı. “Ağacın perileri bir zırh verin bu çocuğa ne ok işlesin ne kılıç. Bir at verin bu çocuğa hem dayanıklı olsun hem hızlı.”. dedi. Ardından demir etrafında uçuşan küçük ve göz alıcı ışık taneleri görmeye başladı. Her şey hızlıca yaşlı efendinin istediği gibi olmuştu. Artık Demir siyah zırha, siyah miğfere ve de siyah bir kısrağa sahipti. Devran Demir’ in neler düşündüğünün farkındaydı. “ Endişelenme, dostunda ve atında aklın kalmasın. Onların zamanları henüz gelmedi.” Dedi yaşlı efendi.
Demir için yolculuk vakti gelmişti. Aşması gereken sarp ve engin kayalıklar, yüce dağlar vardı. Ağaç kızları Demir’ e yeterince su ve bir miktar kurutulmuş et verdi. Demir zamanın efendisinin önünde saygıyla eğildikten sonra atına bindi. Artık mektubun sahibini bulmalı ve efendiden aldığı emri yerine getirmeliydi.
Devran Demir’ e yüce ağacın arkasında akan şelalenin içinden geçmesini söylemişti. Bu sayede insan topraklarına erecek ve oradan yoluna devam edecekti.
“Git oğlum” dedi Devran. Demir’ in ardından oğlunu kaybetmiş bir baba kadar kederli bakıyordu….
|
|
|
|
|
|
|